Cuma 9 Nisan: Bugün uyandığımda uçak ve bomba sesleri beni karşılamıştı. Evin bahçesinin ortasına geldim. Svilen bağdaş kurmuş şehire. Karşımda Svilen Dağı tepesindeki telekomünikasyon verici cihazlarının jet uçakların hedefi olduğunu gördüm. Yerdeki Sırp kuvvetlerinin hava savunmaları çökertilmişti. Svilendeki verici Dugacin düzlüğünün can alıcı iletişim cihazlarının tümünü barındırıyordu. Svilen Dağı Prizren’in çatısı gibidir. Rakımı 1381 metre olarak geçer. Sırp güçleri ve özel polisi Kosova'da insanlığa karşı giriştiği suçların bedelini ağır ödüyordu. Önceki gece saldırıları sırasında, Belgrat ve çevresinde, Kosova'da özellikle hava savunma sistemleri, iletişim tesisleri ve ordu karargâhlarının vurulduğunu haberlerden öğrenmiştim. Anlaşılan NATO stratejik noktalara yönelik saldırılarını yoğunlaştırıyordu. NATO jetleri Kosova'nın güneyindeki Prizren yakınlarındaki Svilen Dağı'ndaki iletişim tesislerini de vuruyordu. Svilen tepesinin tam arkasında Yablanica köyü yer almaktadır. Svilen tepesi Prizren şehrini eteğine almış, Svilen Dağının arkasında rakımı 500 metreden az Yablanica köyünü de sırtlamış gibidir. Svilen Prizren’e hava yolu ile çok yakın ama oraya varmak için 9,3 kilometrelik bir yol aşmak gerekir. Bu köyde Torbeşler şimdiki deyimle Boşnaklar yaşamaktadır. Kayıtlarda 800 hanesi görülen bu köyde temelli yaşayan çok az insan var. Çoğu Prizren’de, batı ülkeleri ve geleneksel olarak Amerika’da ekmeğini bulmaktadır. Sokağa çıkmadım. Bombalamayı evin bahçesinden seyretmeyi sürdürdüm. Şehrin batısından gelen NATO jetleri şahinler gibi saldırıyor metal verici darbe alınca, büyük yeller eserken birçok uzun kavak gibi eğiliyor yine kafasını kaldırıyordu. Olayı ilgiyle izliyordum ki daha sonra yanımda kalabalığın oluşmuş, etrafımı çocukların kuşatmış olduğunu fark ettim. Karşı komşulardan, mahalleden yanıma gelmişlerdi. Savaşı unutmuş neşeli bir topluluk oluşmuştuk. Bir maçı, bir yarışmayı seyrediyor gibiydik. Çocuklar heyecanını tutamıyor jetlerin taraftarı olduklarını açık belli ediyorlardı. Hepsi NATO jetlerinin taraftarıydı. Bir heyecan kapmıştı insanları. Maç seyreder gibi, bir oyun oynanır gibi, bir sıradan yarış gibi uçakların batıdan gelerek alçak uçuş yaparak hedefi vurarak vericinin büyük metal gövdesi ile dans eder gibi bir oyun oynanıyordu. İsabet eden bombalar büyük metal vericiyi bir anda dikey duruşundan yatay duruşa zorluyordu. Direnen verici hemen yine kendi dikey durumuna geliyordu. Bu oyun saatlerce sürdü. Saatlerce seyrettik. Çekirgeler gibi zıplayan jet uçaklar tepedeki vericiyi ancak saatler sonra yarı yarıya kısaltabilmişti. Bize yerde tutuklu kalmış sakinleri seyirciye dönüştürüp tüm dertlerimizi unutturmuştu. Uçaklardan korkmuyorduk. Jetleri düşman görmüyorduk. Ama her an onlardan da darbe alabilirdik. Uçaklar bizim düşmanımız değildi. Onlara düşman gözüyle bakmıyorduk. Korktuğumuz insanlar yakınımızda yerdeydi ve sokaktaydı. Bir süre sonra jetlerden atılan bombalardan hedefi sapıtmış olanların olduğunu ve Yablanica’ya düştüğünü öğrenmiştik. TV vericiyi hedeflemiş bombalardan biri Svilen arkasında, şehirden bakıldığında Svilen Dağı tepesi arkasına gizlenmiş Yablanica’ya düşmüştü. İlk fısıltı haber sekiz ölü ve ayakları elleri kopmuş çok sayıda yaralı oluyordu.
Uçaklarla verici savaşı devam etmişti. Şimdiki hedef buçuk durumuna gelmiş kısalmış metal vericiydi. O gün dertlerimizi unutarak bir oyun seyretmiştik. Sadece bahçedeki çocuklar ve ben değil tüm şehirdeki insanlar ve Sırp askerlerinin de bu olayı izlediğini duyduk. Maske edilmiş tanklar ve zırhlılar üzerinden, muhacir mahallesinde ve dere kıyısında Şaip Paşa konağı sokağında konuşlandırılmış patlayıcı madde dolu kamyonlarda görevli askerler, başka yerlerde mevzilenmiş Sırp askerleri pozisyonlarını terk etmiş, işyerinde olmak zorunda olan işçiler işini bırakmış ve evlerinde saklananlar saatlerce bu oyunu izlemişti ve eğlenmişti. Savaşı herkes unutmuştu. Jetlerin metal verici ile saatlerce süren dövüşü adeta pehlivanlar yarışına dönüşmüştü. Daha sonraları buçuk metal verici üzerini pehlivanların yağladığı yağla yağlamış gibi küçük hedef olduktan sonra daha uzun direnmişti. Eni sonunda yenik düşerek yığılmıştı. Maçın taraftarları da çok ateşliydi. Şehirde ve yakın köylerde hala kalan yöre halkı NATO jetlerini tutuyordu. On binlerce en modern silahlara bürünmüş Sırp askerleri metal verici taraftarıydı. Jetlere direnen metal vericinin her ayağa kalkışını Sırp askerlerinin alkışladığı bildiriliyordu. Eni sonunda dağın tepesindeki metal verici yerinden çökmüştü. En son alkış jetleri alkışlayanlardan gelmişti.
Bundan önce 6 Nisan’a kadar telefonlar çalışıyordu. Ama 7 Nisan tarihinden sonra telefonlar susmuştu. Bizim telefon da susmuştu. Svilen telekomünikasyon cihazına jet uçakların saldırısı daha geç oldu. Bundan ötürü telefon bağlarının neden kesildiğini kestirmek zordu. Mutlaka Sırp organları böyle bir karar almış telefonları kesmişti. Telefonlar çalışmazken akşamın geç saatlerinde bizim evdeki telefon çaldı.
—Gel enişte seni istiyorlar diyerek baldızım telefon ahizesini bana vermişti.
—Merhaba Seco, nasılsınız! Diye bir ses geldi. Bu ses Üsküplü dostum Avni’nin sesiydi. Kısa bir süre konuşabildik.
—Otur oturduğun yerde, gelmeye kalkma, diye dedi.
—Telefonlar çalışmıyor nereden arıyorsun, sordum.
—Seco, amatör telgrafçılar yardımıyla sana ulaştım. Bir isteğin var mı?
—Yok, dedim sadece sağ salim olduğumuzu Ankara’ya Sibel’ e ulaştır diyebildim. Ve telefon kesilmişti.
Akşam uydudan Kosovayla ilgili özel yayın yapan NTV ve Arnavutluk televizyonu izleniyordu. Arnavutluk, Makedonya gibi komşu ülkelere giden konvoylardan sınırı aşan insanlar orada bekleyen televizyonculara ad ve soyadlarını veriyor ve kendi yakınlarına sınırı geçtiklerini, kurtuldukları haberlerini onlar ulaştırıyordu. Sınırı geçenlerin bekleyeni ve kabul edeni olunca mülteciyi alıyor kurtarıyordu. Bekleyeni olmayanları ise Makedonya’da da Arnavutlukta da hemen mülteci kamplarına yerleştiriliyorlardı. Bundan ötürü mültecilerin konvoylarla geçtiği sınır çizgisinde bekleyeni olan mülteci kamplarından kurtuluyordu. Sınır çizgisinde Avrupa’nın birçok ülkelerinde çalışanlar, Makedonya’dan ve Türkiye’den de olmakla birçok insanlar yakınlarına yardım etmek çabasında bulunuyordu. Bu yetmiyordu bunun için konvoylardan birçok insanlar mülteci kamplarında kendini ve ailesini buluyordu.
Kalanlar televizyonları ilgiyle izliyor tanıdıklarının isimlerini duymak istiyordu. Kosova’da durum giderek kötüleşiyordu. Bundan önce Sırp polisinin kovduğu insanları Vırmica sınır geçidinden geri iade ettiği haberleri geliyordu. Bu haber gitmekten daha da kötüydü. Bundan böyle konvoylarla gitmekte olan birçok insanların alınyazıları da belirsizlik kazanıyordu. Birçok insanların ve ailelerin akıbeti bilinmiyordu. NATO jetleri şehir kışlasını bombalamayı sürdürüyordu. Akşamları yatağımda yatıyordum. İnsanlar jet uçaklardan korkmuyordu. Mevzilenmiş Sırp askerleri de sakin olmak zorundaydı. Gündüz hayatın canlandığını karşı komşu İsmet’ten ve çarşıya çıkan kadınlardan öğreniyordum. Parası olana kıtlık yok diyorlardı. En büyük zorluk sakinlerin ekmekle tedarikiydi ve bu zorluk devam ediyordu. Piyasada en çok aranan ürün hala sigaraydı. Sokaktan geçenler İsmet’in avlu kapısı dükkânına uğradıklarında büyük kaygı içinde oldukları görülüyordu. Durum belirsizliğini koruyordu. Kimse bu işin sonunu tahmin edemiyordu. Ben çok karamsardım. Kosova’da büyük dram ve trajik son öngörülüyordu. Dinlediğimiz haberler çok çelişkiliydi. Yugoslavya hükümeti haberleri “Kosova’da anti terör operasyonların sonlandığını ve durumun normale dönüştüğü” olarak aktarılıyordu. Bu haberler yalan haberlerdi. Durum dramatikti. Öldürmeler, kundaklamalar ve sakinlerin konvoylarla Kosova’yı terk etmeleri devam ediyordu. Akşamları sirenler çalıyor jet uçakların bombalama haberini veriyordu. Her an yakınlarımdan birini kaybetmekten korkuyordum.
Niyaz’ın on yedi yaşında oğlunu ana ile baba arasında sokakta eve giderken yolda Sırp askerleri yakalayıp götürmüşlerdi. Yüzlerce insan yakalanıp böyle götürülüyordu. Anne ve baba yıkılmıştı. Günlerce tek bir haberini alamamışlardı. Ne olacağını bekleyen bir ev halkı vardı. Doğanın kanunu bu, evlat sevgisi bu kadar yoğun olmasa kimse bu sıkıntılara katlanıp çocuk doğurup yetiştirmezdi. Aylarca çırpınıp haberini almak çabası sunmuşlardı. Daha sonra oğullarının Opola’da sığınaklar açtırmaya götürüldüğünü ve yaşadığını öğrenmişlerdi.
Vahşi hava kızışmıştı. Şehir olaylara gebeydi. Sayısız eziyetli günler geçiyordu. Her gün insanlar kendine ait bir şeylerini yitiriyordu. Hayatta kalmaya çalışıyorduk. Dışarıdaki olaylardan endişeleniyorduk.
Ve karşı komşu İsmet’te iken daha bir kötü haber gelmişti. Birkaç gündür Hüseyin evine dönmemişti. Adını duyduğum kişiyi hiç tanımamıştım. Adı herkesin dilindeydi. Şehrin rakı ve şarap fabrikasında çalışan bir uzman gıda mühendisi olduğu biliniyordu. Hüseyin evli ve bir çocuk babasıydı. Onu bir yanda kucağındaki küçük çocuğuyla eşi, bir yanda annesi ve öbür yanda da babası aramadığı yer bırakmamıştı. Anne, baba tarafından evlat sevgisi öbür taraftan da eş sevgisi üçgeni üzerine yaşama dair bir öykü olmuştu. Çok ürktüğüm bir olguydu bu. Hüseyin’in annesinin, babasının ve eşinin de kalplerindeki yeri ayrıydı. Üçü de günlerdir onu bulmak için çırpınıyordu. Hüseyin’in babası başvurduğu insanlardan cevap alamıyordu. Bir yandan evlat sevgisi bir yandan da torununun babasız kalmasına yanıyordu. Çocukların yaşamından, çocuk öykülerinden konuşulup, bazı sorunların kaynağı aktarılırken hep annelerden bahsedilir. Baba gizli, unutulmuş adamdır. Oysa her çocuk bir babayla dünyaya gelir. Sabahtan akşama başvurmadığı yer kalmayan annesinin yüreğinde koşulsuz ve karşılıksız tek sevginin evlat sevgisi olduğunu fark etmek zor değildi. Hangisi sonsuz huzur ve mutluluk... Hepsinin de kalbimizdeki yeri ayrıdır değil mi? Oğluna hem böbreğini hem de karaciğerini veren ana babalar az mıdır? Bu sevginin hiçbir menfaati ve kuralı yoktur. Allah, dünyadaki sevgilerin en yücesi olan evlat sevgisini, anne-babaya vermiştir.
Bu koşulsuz saf sevgi ana-evlat sevgisi olarak var. Evlat acısını taşıyamayan, acıları sel gibi taşan ana babadır. Bir de eş sevgisi, sevgilinin bütün engellere, zamana karşı direnip süren, sönmeyen bağlılığı, örneği vardı ortada.
'Babacığım, seni seviyorum', Bir evlat sevgisi ve hasreti ile sarmalıyor kollarıyla bizi. Yüreği hızla çarpıyor. Bu yaşadıkları acıyı hissetmemek mümkün değildi.
Geleceğe ümit ve sevgiyle bakmamaları için hala kötü bir haber alınmamıştı. Her bir insan ümit ve arzu ile yatar- kalkar. Üç gün üç gece ‘Anana ümit ol...’ dedi annesi. Anne, baba ve eşi ümit ve ümitsizliklerini üç gün üç gece yaşadılar. Hep umut yüküyle yürüdüler, inandılar akşamları yatağa başlarını koyamadılar. Ümit ederek dua ettiler. Bir duygu gönülde; bir fikir serde... Dava omuzda yük! Konmuş kaderde...
Hüseyin için büyük yas tuttular. Her şeyin yok olduğu anda bile ümit vardı, onlarda da bizde de.
Ümit değil ümit, kalp değil kalp, cevap değil cevap, feryat değildi feryat... Dede Korkut öykülerinden yarım yamalak bazı göndermeler aklıma geliyordu: ‘Dağ çiçeği topladılar. Oğlanın anası memesini! Bir sıktı sütü gelmedi. İki sıktı sütü gelmedi, üçüncüde kendisini zorladı, iyice doldu, sıktı süt ile kan karışık geldi.’
Sevinci, acıyı, yani yaşamı ve ölümü dile getiriyordu. ...
Bu öykü Deli Dumrul’un efsanesine benzemiyordu. Deli Dumrul öyküsünde, birgün Azrail, canını aldığı bir ölü ve ağıt yakan kadınlarla karşılaşır. O kişinin Azrail olduğunu bilmez ve aynı deliliği yapıp Azrail’den hesap sormak ister. Bu tanrı’yı kızdırır ve Dumrul’un canını alacağı anda af dileyen Deli Dumrul’dan canı yerine can bulursa onu bağışlayacağını söyler.
Dumrul önce kırk yiğidine, sonra babasına en son olarak da annesine gider. Can ister hiç biri canını vermez. Son olarak karısı Elif seve seve canını vereceğini söyler. Ve tanrı bu fedakârlık sayesinde ikisininde canını bağışlar. Hüseyin’in öyküsünde ana, baba ve eş başvurmadığı yer bırakmıyordu. Can karşılığı can değil bir canın kurtarılmasını istiyordu.
Hüseyin’in öyküsünde biri daha göçmüştü bu ıssız acundan. Birkaç gün sonra ölüm haberi yayıldı şehire.
‘Ana ağlama, bana bu yaradan ölüm yoktur korkma,
Allah, doğum ve ölüm düşüncesi, hayatın her anında kendisini gösterir’ diyordu sanki.
Üç gün sonra Hüseyin’in ölüsü şehre yakın ta Korişa köyünün yol kenarında bulunmuştu. Oğlana canavarlar öldürücü darbeyi vurmuştu. Ölüsünün şehrin hastanesinin morgunda olduğu haberi geldi. Ümitler tükenmişti. Bir söz ağzından çıkarken, iyi tart, derler ya yerin de duvarların da kulakları vardır. Dünyaya bir ders daha vereceğini kuvvetle ümit ediyoruz.
Hüseyin bir gün şöyle demişmiş meğer: ‘Bir gün gelir biz iktidar olunca ben Tarım Bakanı olacağım’ diye.
Bu sözleri düşman kaydetmişmiş meğer. Ağzından sürçen bir cümle ile kurulan suç ortaklığı ancak ölüm de dengesini bulunca neyin eksenidir bu, evren gibi sürekli yer değiştirmeli insan dillendirecek sözleri demeden ona buna. Öncesi bilinmez, sonrası örtülü olan tek gerçektir ölüm.
Kimden kaçıyoruz?
Onlardan!
Çünkü onlar "Kötüler" ve de "Çoklar!" .Ölenler benim hemşerilerimdi. Onlar öldürülüyordu. Yaralılar oluyordu. Kan kaybediliyordu. Gidecek yerleri yoktu. Hepimiz çareyi olacağı beklemekte bulmuştuk. Hepimiz öleceğimizi düşünüyorduk. Sıkışmıştık gelecek günler ne getirecek diye.
Bu yazıyı web sayfanızda alıntılayın
v.1.4.6 © -
|