PERŞEMBE 27 MAYIS: Sabah erken uyandım. Radyoyu açmışlar. Haberlerde savaş suçları davası Miloşeviç’ten başka yanındakiler Sırbistan Başkanı Milan Milutinoviç’e, Başbakanı Nikola Şainoviç’e, polisiye şefi Vlajko Stoilkoviç’e ve General Dragoljub Ojdaniç’e açılmış olduğu bildiriliyordu. Tüm dünya Balkanlara odaklanmış benim ve yanımdakilerin canlarının en kötülerin elinde olduğu doğrulanıyordu. Bu haber barışın biraz daha uzakta olduğunun haberciliğini de yapıyordu. Acaba Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu Lahey Mahkemesi aracılığıyla ne istiyordu. Bu davalar Kosova ihtilâfının politik çözümüne ağır darbe indiriyordu. Davalar savaş sonrası açılamaz mıydı? Çünkü bu kötüler daha da çılgınlaşıyordu. Bu adımın Kosova’da Sırpların katliamları sürdürmesi ve daha da büyük kötülükler yapmasına, intikamı sürdürmelerine destek ve sebep olacaktı. Burada sıkışmış can derdinde olan insanlar, onların umurunda değildi. Tuzsuzdaki olaylar hala taze iken yeni Tuzsuzlara sebep olacak adımlar atılmıştı NATO’dan.Öğlen vakti sokağımıza polis ekipleri gelmiş evleri dolaşıyorlarmış. Sırası gelince bizim eve de geldiler. Toplu olarak beş milis avlu kapısından girdi. Ötekilerini tanımıyordum ama aralarında bizim Abbas milis de vardı. Hepimizden kimlik istediler, defterlere kaydettiler. Tam anlamıyla bir sayım yaptılar. Bakıyorum Abbas milis bana takılmış yan bakıyor ve:
— Sen niye buradasın dedi.
— Kendi evime askerler karargâh kurduğu için burada kayınbabamda kalmak zorundayım dedim.
Çok şükür öteki milisler kayınbabamda kalmamın nedenini biliyordu. Bizim Abbas kim bilsin bana ne yapacaktı! Çok incindim. Dedemin adını taşıyorsun Abbas. Çok ağrıma geldi. Neden sen? Diye düşündüm. İçimden ‘Abbas bunların işi sana mı kaldı’ diye bir soru geldi.
PAZAR 1 HAZİRAN: Havalar ısınmaya başlıyor. Gerginlik daha da tırmanıyor. Barış umutlarım yine yıkılıyor. Kosova’ya konuşlanmış birliklerin başındaki Sırp General Nebojşa Pavkoviç ‘göğüs göğse savaşacağız’ diyor. Durum çok kızışmış. Yabancı radyolar NATO Başkomutanı Wesley Clark’ın da daha da sertleştiğini ve Sırbistan’daki telefon ve başka iletişim şebekelerine şimdiye kadarkinden çok daha ağır darbe vuracağı, yanı sıra Yugoslavya yüksek görevlilerin apartmanlarını da hedef alacağını bildiriyordu. Bu savaş ferdi düzeye kadar indirgeniyordu. Amerika Başkanı Bil Clinton da kızmış, üç hafta içerisinde anlaşma olmazsa, Kosova’ya doksan bin asker yollamayı düşündüğünü söylüyordu. Saldırı karadan başlayacak ve bunun için yüz elli binden yüz altmış bine kadar asker öngörülüyordu. Belgrat’ta trafo şebekesi vurulmuş ve iki milyonluk şehir sakinleri elektriksiz kalıyordu. Belgrat’ta bundan sonra hayatın duracağı söyleniyordu. Apartmanlarda susuz ve temizlik şartları olmayan sakinler tersliklerini yüksek katların pencerelerinden sokaklara atmakta olduğu haberi sızıyordu. Rus temsilci Çernomirdin yine Belgrat’a gelmişti. Miloşeviç’e güvenmeyenler anlaşma bir kenarda dursun “onun zaman kazanmakta olduğunu” iddia ediyorlardı. Avrupa kurumları Belgrat’ın RTS televizyonunu Eutelsat uydusundan çıkartmıştı. Artık uydudan dünyaya seslerini duyuramayacaklardı. Buna Belgrat resmileri “haksızlık” olarak tepki veriyordu. Ve bu ferdi sataşmalar sırasında Sırplar “Var mı bize yan bakan” diyordu. Ama en serti ve densizi Şeşelj “Federal Yugoslavya Cumhuriyeti savaşı durdurmak karşılığı olarak G8-lere verilecek tavizlerle bu fiyat kabul edilemez”. Devamında “ NATO birliklerinin Yugoslav topraklarına ayak basmasına izin verilmemelidir çünkü bu durum teslimiyet ve Kosova’yı kaybetmek anlamını taşır” diyordu. Ordu başındaki General Nebojşa Pavkoviç, “NATO kara akınına karar verir girişirse her adımda askerlerini tam bir cehennem bekler ve onların teknolojik öncellikleri ilk adımda erimeye başlayacak, çok iyi tanıdığımız karada göğüs göğse savaş başlatırız” tehdidini savuruyordu.
Gündüzler çok tek düze bir havada geçiyordu. Zamanı öldürmek için karşı komşu İsmet’le ayakkabı satışına katılmayı en uygun görüyordum. Bu günler geceleri çok yorgun oluyorum. Tetikte olsa bile uyuklamak ve her şeyi uykumda saklamayı sabırsızlıkla bekliyordum. Gecelerdir rüyalarla boğuşuyordum. Bazılarını uyanınca unutuyor ama kâbusa dönüşenler belleğime yerleşiyor gündüzde beni rahatsız ediyordu. Aylardır alışık olduğum aynı yuvamda kanepemde yine yatmıştım. Uyuklamıştım. Rüyaya dalmışım.
Bu gece ay şavkıyla kalkmışım derenin sağ tarafından Ortakol’a, Atmeydanı’na, Körağa Sokağı’na veya Saraçhane’ye doğru gitmeden Yeni Mahalle’ye doğrulmuşum. Oradan Tabakhane’ye oradaki değirmen yanından Suzi Köprü üzerinden geçtim. Suzi Camii’ne yöneldim. Cami girişindeki kaya basamaklardan adım adım ilerledim. Cami kapısı açıktı. Caminin bahçesindeki Suzi Çelebi Zerrin’in türbesine doğruldum. Çocukken çok ziyaret ederdim bu türbeyi. Suzi camisi ve türbesi anneannemin Islahana sokağına yakındı. Bu türbe çatısız, kerpiç duvarlı, dikdörtgen şeklinde duvarların tepesine taş kayalar dizili ve bakımsızdı. Çocukken bu kavuklu mezar taşlarına bakar taş üzerindeki Osmanlıca kitabeleri okumaya çabalardım.
Türbe kapsı tarafına gittim. Durdum kapı karşısında. Bu kere türbe çok bakımlıydı. Duvarları badanalı kireçlenmiş bembeyaz, duvar dibi de kara boya ile boyanmıştı. Çatısız türbenin dört duvarının tepelerinde dizilmiş kayalar da çok düzgündü. Haziran’dı. Şehir etrafındaki dağlarda karlar eriyordu. Dere sularının şırıltısı türbeye kadar kulaklarıma geliyordu. Türbe çatısız olduğu için Ay şavkı türbenin içini aydınlatıyordu. Cami hazinesinde defnedilen Suzi Baba çok sevdiği dere kıyısına gömülerek bu türbede ebediyen istirahatına kavuşmuş mutluydu. Türbenin içine girdim. Bir pencere önünde iki mezar taş kitabesi. Mezar taşların doruğunda kavuk-sarık şeklinde işlenmiş taş bölümü var. Biri mezarın başucunda ötekisi ayakucundaydı. Bir rahatlık hissettim. Yapacağımı yapacaktım. Mezar taşları arasında durdum durdum baktım baktım ve Suzi Baba beliriverdi karşımda. Yakışıklı, uzun boylu, sarıklı ve cüppeli biri olarak çıktı ortaya.
— Ne istersin evladım dedi.
— Her Prizrenli gibi ben de yanında yer alarak, yapacağı sandığım gazaları sırasında göreceğim kahramanlıkları yazarak şair olmaktan başka bir şey isteyebilir miyim? Mahlasım yok bana da bir takma ad koy Suzi Baba! Diye diyebildim. Çok ürkmüştüm. Suzi Baba konuşmaya devam etti.—Evladım, ne yapıyorlar ki bunlar sizlere diye sordu.— Taşları toprakları dişliyor gibisiniz. Bir milyon insan kitlesi yuvalarından edilmiş, sarı ve kahverengi yazmalı kadınlar, Nazmiye ninemin feryadı ‘Aman Tanrım insan kesiyorlar’ demesi, çil yüzlü genç kızlar çocuklar tir tir titriyor. Yol kenarlarında tankların, kamyonların, zırhlı araçların, yaya askerlerin kaldırdığı tozdan sıyrılmak mümkün değil, günlerce yürürken, yağmurlarla kar altında yıkanma, günbatımı sonunda sabah uyananların yola devam etmesi, uyanamamışları, anaları, kardeşleri göz ucuyla bakarak yerinde bırakmaları ve uzaklaşmaları.
Trenlere binebilenler çoğu kez şanslıydı. Ama bazen saldırılarla, bazen de kazalarla çok sayıda mülteci hayatını kaybediyor. Tipi altında bulunanları, kara gömülüp donanları ne kurşunlama ne süngüleme zahmetine girmeleri gerekmiyordu. Buz tutmuş dere kenarlarında, bayırlarda, vadilerde, gün gecelere dönüştü mü, sessizlikle diller tutulur yüzler morarırdı.
Dede de yerde donakalmış. Hey koca gök göz Abbas Efendi, soğuktan şehit olmuşsun! Meme, meme, haykıran bebek, ölmüş annesinin üzerine çıkmış. Dahası, annesini yumruklayarak ondan yardım istemesine yürekler dayanacak değildi.
Alaca yeşil gülmek nerede! Dik baş, yan gözle en yakınını bırakmak, gömememek ve cesetler kokuşmuş çürürken bırakmak. Canlı veya ölü toprak üstünde kalmak var. Acı ve keder. Taşları toprakları dişliyor gibisiniz. Takatler tükenmiş. Sınır çizgisine kadar gelen genç kızlar çocuklar, ulu ağaçlı bir ormana yakın, ahşap evini sessizliğin doldurduğu günlerin özlemini çekerken, hareket ediyor. Kıvranırken, için için ‘aman aman’ diye inliyorlar ses çıkarmıyorlardı. Onlarda kurtuluş umutlarını tutan bir şey doğuyordu. Her ırmak kaynaklandığı yerlerden bir yatağa düşer ve karışacağı engine akar, bu ırmağın yönü belli değil, canını kurtarabilecek yöne doğru akmakta ve kurumakta.
Akşamüstü gelince yollar görünmez olur. En zoru, bu ve o sessizlik. Karanlıkta umut ta yok oluyor. Yağan yağmurla gelen sular hayat değil, can alıyor, ocak söndürüyor, felaket. Bu dağlardaki çamların arasından güneşi, akşam güneşi sönen yeşillikler bir mezara girip derinleşiyor. Bir daha doğmaması için bu insanların güneşini batırmak istiyorlar. Güneş batar mı, milletler öldürülebilir mi?
— O kadar mı evladım?
— Çok, çok, bu çoook diyebildim.
Karşımda dimdik durmuş benimle sarıklı Suzi Baba konuşuyordu. Beş yüz yıl önce yazılmış Fetih kitabı Gazavatnamesinden birkaç mısrasını sunuyordu:
Kâinatın Merih'i, hançerini takınıp parlak bir güneş gibi kılıcını kuşandı.
Gökyüzü ona bir altın rengi sancak getirdi, şafak da ufuktan al bayrak çekti.
O gaziler şahı yanında Kafdağı gibi güçlü yiğit erleri olduğu halde dalgalanan bayraklarını çekip yola düzüldü.
Yiğit askerleriyle, bu yolda can vermeye hazır cesur adamlarıyla yola koyuldu.
Geçtikleri yol kırmızı bayrakların yansımasıyla erguvan, lâle ve gül bahçesi gibi oldu.
Mısraları sanki anılarımda kaldı. Sonra Suzi Baba anlattı: Rumeli’yi vatanlaştırma seferi, yüzyıllar sürdü. Ardında kubbeler, köprüler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, medreseler, tekkeler, şifahaneler, yollar, bırakan erler ve erenler, burasını bize yurt haline getirdiler. Beş yüz yıl önce olagelen gazaları yaşamak, yazmak ve yaşatmaktı erdemim, sabrım ve benliğim. Semerkand’dan, Buhara’dan başlayan sefer Estergon’a, Babadağ’a, Belgrat’a, Sofya’ya, Vardar’a, Kosova’ya, Viyana’ya ulaştı. Uğrunda ölünen topraklar vatanlaştı, Evlad-ı Fatihan yurdu oldu. Ali Bey Mihaloğlu’nun sevda acılarını da akınlarda gördüklerimi de Gazavatname’ye kaydettim. Sevdiğim Prizrenime mescit, okul, çeşme, dere üzerine köprü, değirmenler, çiftlik hediye ettim. İnsanlara okuma yazma, dinimizi düzgün öğrettim. İnsanları insanı sevmesini öğrettim. İnsanlarımız neler dikmedi ki bu topraklara. Bu tohumları söküp atamazlar. Tamımızı yok edemezler. Burasını kimse sökemez sizden başka. Mutlaka tüm Sultanların uğradığı Sarı Saltuk Dede’nin kabrine uğra, ziyaret et, derman iste dedi. Allah cesaret versin! Dedi sonra arasında bulunduğumuz iki mezar taşı arasından çatısız türbenin kapısına yürüdü ve türbeden dışarı çıkarak ortadan kayboldu.
Sabah tir tir titrerken uyandım. Etrafıma bakındım. Rüyamı anımsadım. Kayınbabamlar uyanmış hemen yakındaki dükkânına gitmişti. Yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu evdekiler. Sus pustum. Şehirde ve dolayında efsanelerde yaşayan Suzi Baba yardımsever, keramet sahibi, elçiydi. Suzi Baba’yı düşümde görmekle ‘Allah’ım beni bu değerlerden eksik etme’ dedim. Kurbanların arasında öyle kimseler de var ki, onlar savaş esnasında canilerin cephelerinden birini seçmemişler ve komşularıyla dayanışma yoluna gitmişlerdir. Bunu da hayatlarıyla ödemişlerdir. Bugün öyle insanlar var ki, onların anıtlarını o şehre dikin unutulmasınlar. O mantıksız savaş karşıtı bir kahramanı onurlandırın. Bu olay Balkanlarda savaş sonrası dönem için belki yeni bir aşama olabilir.
Ben Kosova Türk Taburunda tercüman olarak görevli iken, yanımdaki Mehmetçiklerle birlikte Sarı Saltuk Dede’nin makamlarından daha Osmanlılar buralara gelmeden önce Gora’da Mlika Köyünde yapılmış camiyi, Jur Köyündeki Sarı Saltuk Dede makamını, Plav Köyü kavşağındaki içinde mezar olmayan duvarsız taştan örülmüş dört kolonlu türbesini çok ziyaret ettim. Balkanlarda bir efsane ve tarih olarak Sarı Saltuk Dede’nin var olan kutsal makamlarından, daha sonra Ohri’deki Aziz Naum delikli taş Sarı Saltuk makamını gezdim. Sarı Saltuk Dede’nin Prizren’in batısında görünen Paştrik dağının tepesindekini ziyaret etmeme hala kısmet olmadı. Aslında halk Sarı Saltuk Dede’nin adı geçen yerlerde gömülü olmadığını biliyor, "Burada Sarı Saltuk Dede’nin vücudu dinlendi" şeklinde konuşuyor. Yine de tam Suzi Baba’nın tavsiye ettiği gibi makamlar ziyaret ediliyor, geceleri aydınlatılması için kandil yakılıyor, hizmet eden türbedarların ve fakirlerin faydalandığı adaklar getiriliyor. Ben Prizren yakınında Naşeç’te bulunan Suzi Baba’mın makamını da unutmadım, çok ziyaret ettim. Suzi Baba’mın öğüdünü yerine getirdim. Rüyamdaki tavsiyesi üzere bu makamları ziyaret etmeye de devam edeceğim. Biz her şeye rağmen unutulan, unutturulan o izleri hatırlamaya, hatırlatmaya devam edeceğiz. Zira bu, kendimizi keşfetme, yeryüzünde var oluş maksadımızı hatırlama yolculuğudur. Duamız ise ezelde yazıldığı gibi tekrar seviyeli olmak. Bundan böyle barışın geleceğine inancımızı gönüllerde oturtmaktı. Dualarımla birlikte, umutlarım ve hayallerim canlanmaya başlıyordu.
Bu yazıyı web sayfanızda alıntılayın
v.1.4.6 © -
|